1000 TL üzeri alışverişlerde kargo bedava + Newsletter'a kaydol, %5 indirim kazan!

Bir Koleksiyoncu: Aybala Yentürk

Koleksiyoncu ve yazar Aybala Yentürk, hayatını eşi Nejat Yentürk ile beraber koleksiyonculuk sanatına adamış muhteşem bir insan. Asıl mesleği Gıda Mühendisliği olan Aybala Yentürk, gıda sektöründe on yıl çalıştıktan sonra , koleksiyon ve araştırmalarına daha fazla vakit ayırabilmek için 2003 yılında çalışma hayatına son vermiş. 21 yılı aşkın süredir devam eden koleksiyonculuk ve araştırmacılık serüveninde birçok TV belgeseli ve sergi danışmanlıklarının yanı sıra araştırmalarını değişik dergi ve kitaplarda yayınlamış.

Aybala Yentürk ile yapmış olduğum röportaj ile bu kez, hakkında çok da fazla bilgi sahibi olmadığımız Türk parfüm ve kolonyacılık tarihine kısa bir yolculuk gerçekleştirdik.

Ege Üniversitesi Gıda Mühendisliği bölümünden mezunsunuz. Daha sonra eşiniz Nejat Bey ile birlikte mesleğinizle bağlantılı olmayan alanlarda koleksiyonlar oluşturmaya başladınız. Peki neden koleksiyonculuk? Çocukluğunuzdan mı geliyor bu ilgi?

“Neden koleksiyonculuk?” sorusu, bir ressama “neden resim?” ya da bir şaire “neden şiir?” diye sorulmasından pek de farklı değil. Aslında bunların hepsi bir çeşit var oluş şekli ve yaşam biçimi. Koleksiyonculuk da diğerleri gibi doğuştan gelen bir yetenek. Bir çeşit “yaratma” eylemi. Latince “colligere” kelimesinden gelir ve anlam olarak hem “toplama” hem de “özetleme” eylemlerini içerisinde barındırır. Yani koleksiyoncu bir yandan toplarken, bir yandan da koleksiyon temasını en iyi temsil edecek nesneleri seçerek yani aslında özetleyerek ilerler. İşte bu noktada koleksiyoncu sıradan toplayıcılardan, biriktirenlerden ayrılır. Zirâ koleksiyonculukta “istifleme” yoktur. Koleksiyoncunun bilgisinden kültür birikimine kadar uzanan geniş bir yelpazede ince bir “seçicilik” barındırır. Ayrıca, koleksiyonculuk kesinlikle bir “boş zaman faaliyeti” olarak tanımlanamayacak ciddiyet ve disiplin gerektiren bir uğraştır.

Evet kendimi bildim bileli koleksiyonlarım vardı. Eşimin de öyle. Aslına bakarsanız sonradan koleksiyoncu olunmuyor, koleksiyoncu doğuluyor.

Bir parçanın koleksiyona dahil olması için gerekli şart nedir?

Bir malzemenin koleksiyona dahil edilmesinin birden fazla nedeni olabilir. Bu öncelikle koleksiyoncunun bilgi birikimine, koleksiyonuna yaklaşımına bağlıdır. Bizim için öncelik, koleksiyonlarımıza ve beraberinde yürüttüğümüz araştırmalara hizmet etmesi, yani her ikisini de zenginleştirmesi ya da bilgi boşluklarını doldurmasıdır.

Hangi temalarda koleksiyonlarınız var?

21 yıl önce eşimle birlikte ilk olarak eski etiketler toplamaya başladık. Bu süreçte parfüm ve kozmetik etiketlerini keşfettik. Etiketler bizi kısa sürede objelere yöneltti ve oluşan birikim, parfümeri tarihimizi araştırmaya sevk etti. Böylelikle bugüne kadar, “Osmanlı Kozmetolojisi” olarak adlandırdığımız oldukça zengin bir koleksiyon ve araştırma var ettik. Koleksiyonumuz Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi temizlik ve süslenme alışkanlıklarımızı içeren son derece geniş kapsamlı bir içeriğe sahip.

Diğer önemli koleksiyon başlığımız ise “İzmir kent tarihi”. İzmir’in kültürel birikimine ait her türlü nesne, belge ve fotoğraf bu koleksiyonda yer alıyor.

Koleksiyonunuzda hangi markaların parfüm şişeleri mevcut?

Koleksiyonumuz Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemini kapsıyor. Dolayısı ile ağırlıklı olarak yerli üreticilerimize ait malzemeler bulunmakta. Söz konusu ürünlerin önemli bir kısmı 19. ve 20. yüzyıla ait. Yabancı parfümlerden ise Osmanlı pazarına girmiş ve ün yapmış markalara ait örnekler bulunuyor. Bunlar arasında, Gellé Frères’in Mikado ve Opoponax ile F. Wolff & Sohn firmasının Divinia parfümlerini sayabilirim. Bildiğiniz gibi 1855 yılında düzenlenen Paris Uluslararası Sergisi’nde parfümeri ürünleri hâlâ “hijyen” başlığı altında eczacılık ve kimya ürünleri ile birlikte sergilenmekteydi. Bu dönemde parfüm şişeleri sıradan ve eczacılık gibi diğer alanlarda kullanılan şişeler ile hemen hemen aynıydı. Yani tasarım açısından pek bir özelliği olmayan şişelerdi kullanılanlar. Bizde de durum aynıdır o dönemde. Parfüm üreticileri farklılığı etiket ve kutu tasarımları ile sağlamaya çalışıyorlardı. Parfüm sunumlarındaki tasarım zenginliği ve çeşitliliği “Belle Epoque” döneminden itibaren olgunlaşmaya başlar, 1919 – 1929 arası zirveye ulaşır. Bunda Paul Poiret gibi önemli modacıların bu sektöre girmesi, yoğun rekabet ortamı ve ünlü parfüm evlerinin Julien Viard, René Lalique, Louis Süe gibi sanatçılarla ya da Baccarat, Bross Glassworks gibi köklü cam üreticileri ile çalışmaya başlamalarının etkisi büyüktür.

Bizim koleksiyonumuzda bu döneme ait parçalar da var. Bunlar arasında en önemli örnekler, Paris’te 1774 yılında açılan ilk parfümeri evlerinden L.T Piver’in Pompeia, Floramie, Vivitz ile Caron firmasına ait, Bross Glasworks tasarımı Narcisse Noir, Marcel Guerlain firmasının, Baccarat üretimi Pavillon Royal, Coty firmasına ait Lalique tasarımı L’Origan, Guerlain firmasının Mitsouko, Jean Patou’nun Joy parfümlerine ait şişeler.

Bunlara ek olarak, parfümerinin henüz bir endüstri haline gelmediği dönemlere ait gerek Avrupa gerekse Osmanlı (Beykoz) üretimi oldukça şık ve göz alıcı kristal ya da cam çok sayıda parfüm flakonu da koleksiyonumuzda yer alıyor.

İzmir’in meşhur “Altın Damlası”na gelirsek. Yazınızda İzmir’li kolonya üreticilerinin Avrupa tarzı kokuları tekrarladığından ama özgün eserler de meydana getirdiklerinden bahsetmişsiniz. Şüphesiz bunların en ünlüsü Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın “Altın Damlası” oldu. Peki nedir “Altın Damlası”nı bu kadar farklı ve başarılı kılan?

Altın Damlası’nın beklenmeyen başarısı, üreticisi S. Ferit Bey’i de çok şaşırtmıştır. Kendisi, işin sırrının kokunun adında saklı olduğuna kanaat getirdiğini dile getirir bir söyleşisinde. Bana kalırsa adı değil, bizzat kokunun kendisidir başarıyı getiren. Altın Damlası, dönemin koku beğenilerine hitap eden, o zaman için “modern” bir kokudur. Piyasaya sürüldüğü 1920’ler, Chanel No 5’le moda olan, yoğun aldehit içeren parfümlerin dönemidir. Kokusu doğadaki hiçbir kokuya benzemeyen Altın Damlası, ilk kokladıklarında tıpkı Chanel No 5’in Paris’lileri şaşırttığı gibi İzmir’lileri de şaşırtmış olmalı. Altın Damlası’nın sadece İzmir’de değil neredeyse tüm Türkiye’de yıllarca taklitleri üretilir. Süleyman Ferit Bey, bunların önüne geçebilmek için Altın Damlası’nın adını tescil ettirir. Belki de tescil ettirilen ilk ve tek yerli kokudur Altın Damlası. Ayrıca kendi imzası bulunan etiket ve şişeler kullanır ve taklitlerinden sakınmaları konusunda halkı her fırsatta bilgilendirir.

Süleyman Ferit Bey’in “Bahar”, “Dalya”, “Senin İçin”, “Unutma Beni”, parfümcü Abdülkadir Bey’in “Semere-i Sebat”, Hüseyin Avni Bey’in “Semere-i Zafer” kokularını ele alırsak ki aslında bunlar gibi daha niceleri mevcut. Parfümlerin isimlerine baktığımızda aslında oldukça romantik isimler taşıyorlar. Ayrıca her biri heyecanlı ve duygusal anları ve hikayeleri temsil ediyor bir yönden. Sizce neden parfümcüler parfümlerine bu tarz anlamlar yüklemeyi tercih etmişler?

Benim koku adlarına ilgim aslında 12-13 yaşlarımda başladı. İzmir’de kolonyacılarda ve tuhafiye mağazalarında renk renk ve çeşit çeşit kolonyaların hâlâ görüldüğü yıllarda, bir aile dostumuzun tuhafiye dükkanında rastladığım kolonya etiketlerindeki adları okumak hoşuma giderdi. Unutma Beni, İzmir Geceleri, Gizli Çiçek, Altın Damlası, Tütün, Harem, Kadın Teni, Şipr, Yaz Yağmuru, Gece Perisi, Şanuar ve daha niceleri… O yıllarda bu kokuların birçoğu tarih sahnesinden birer birer çekilmeye başlamış geriye sadece adları kalmıştı.

Osmanlı ve Türk parfümcülüğü konusunda koleksiyon ve araştırmalara başladığımızda koku adlarına olan merakım yine su yüzüne çıktı.  Araştırmalarım ilerledikçe ulaştığım koku adlarının sayısı da günden güne artıyordu.

Koku adlarının bizdeki gelişimi de dünyadaki gelişiminden farklı değildir. Örneğin tek bir çiçek esansından ibaret parfümler ya da kolonyalar sadece o çiçeğin adıyla anılır. Yasemin, Şebboy ya da Zambak gibi. Ancak birden fazla esansın bileşiminden oluşan kompozisyonların oluşturulması ile üretilen parfümler daha yaratıcı isimleri gerektiriyordu. Refik Halit’in “garp memleketlerinde bir ‘lâvanta isimleri edebiyatı’ vardır; bu edebiyatta lirizm, romantizm, realizm, her çeşit şiir yer alır.” saptaması son derece yerindedir. Gerçekten de 19. yüzyıldan itibaren Avrupa’da ve daha sonraki dönemlerde bizde de koku adları bir “koku adları edebiyatından bahsedecek kadar zenginleşip çeşitlenmiştir. Onlar da diğer sanat eserleri gibi yaratıldıkları dönemlere tanıklık ederken, tarihin seyrini değiştiren büyük savaşlardan, devrimlerden, bilim dünyasındaki gelişmelerden ya da dönemin modalarından kaçınılmaz olarak etkilendiler. Yaratıldıkları dönemin ruhunu yakalamaya çalıştılar. Örneğin adlarını verdiğiniz ve bizim koleksiyonumuzda yer alan İzmirli parfüm üreticisi Abdülkadir Bey’in “Semere-i Sebat”, Hüseyin Avni Bey’in “Semere-i Zafer” kokuları, yine İzmirli Eczacı Ömer Lütfü Bey’in ürettiği “Vatan Kokusu” ya da maalesef üreticilerini bilmediğimiz “Zafer” ve “Genç Türk” kokuları Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilk yıllarının heyecanına tanıklık eden duygusal adlar taşırlar. Kanımca koku adları çok kapsamlı bir araştırmayı hak ediyor. Bu konuda halen üzerinde çalıştığım bir makalem var.

Aslında geçmişimize bakarsak parfümcülerimiz, parfümlerimiz, kolonyalarımız varmış. Eskiden parfümcülüğe ya da kolonyacılığa bakış açısı belki daha anlamlıydı. Günümüze baktığımızda bu değerlerin birçoğunun kaybolduğunu görüyoruz ve var olanlar ise unutulmaya mahkum. Yani parfümcülük, iş olarak eski anlamını işi yitirdi. Bunun sebebi sizce ne olabilir?

Öncelikle, Avrupa’dan ithal edilen ve alkol içeren ıtriyat ürünlerinin Osmanlı topraklarına giriş öyküsüne kısaca bir göz atmakta yarar var. Alkol içeren ıtriyat yani kozmetik ürünler, II. Abdühamit döneminin ilk yıllarında Osmanlı topraklarına girmiştir. Bu ürünler arasında da en çok rağbet gören “Eau de Cologne” ya da bugünkü adı ile kolonya olmuştur. İlk ıtriyat üreticimiz Ahmet Faruki, o dönemlerde halk tarafından “Odikolon” olarak adlandırılan eau de cologne’a “kolonya suyu” adını vermiştir ve bu müstahzarın isim babasıdır. O günden bu yana “kolonya” sözcüğü benimsenip yaygınlaşmıştır. Osmanlı döneminin ilk parfümörleri ise, imalat için gerekli teknik donanıma ve malzemelere zaten sahip olan eczacılar olmuştur.

Bu dönemden itibaren kolay imal edilebilen ve maliyetinin düşüklüğü yüzünden satış şansı yakalayan kolonyanın tüketiminin ülkemiz topraklarında hızla yaygınlaştığını görürüz. Bunun en önemli sebebi de, kültürümüzde yaygın olarak benimsenmiş bir alışkanlıktır, eve gelen konukların hatırlarını, sağlıklarını sorduktan sonra ferahlatıcı ve hoş kokulu olduğu için gülsuyu sunma geleneğidir.  Bu o denli yerleşik bir alışkanlıktır ki, yüz – yüz elli yıl önce devlet dairelerinde bile gülsuyu kullanımı adettendi. Zaman içerisinde de gül suyu yerini birbirinden değişik kolonyalara bırakmıştır. Üretilen parfümlerin nerdeyse tamamının kolonyaları da satışa sunulmuştur. Tıpkı Altın Damlası, Gizli Çiçek kolonyaları gibi. Bu kolonyalar bir bakıma, söz konusu parfümlerin, alkol içeren “eau de toilette”leridir aslında.

Yerli ürünleri korumak amacıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında etken maddelerin ithali serbest bırakılmış, buna karşılık Türkiye’de üretimi mümkün olan ürünlerin yurda sokulması sınırlanmıştır. Böylelikle yerli üretimin “altın çağı” başlamıştır. Sadece büyük kentlerde değil Anadolu’nun hemen her köşesinde eczacılar ya da ıtriyat üreticileri kendi adlarını verdikleri ürünleri satışa sunabilmişlerdir.

Sadece kolonya ya da parfüm değil tüm yerli ıtriyat ürünlerinin zaman içinde gerilemesinin en önemli sebebi olarak Bakanlar Kurulu kararıyla, 1947 yılında yabancı firmaların Türkiye’de tesis kurarak üretim yapmalarına izin verilmesini sayabiliriz. İlerleyen yıllarda yabancı parfümlerin ithalatının serbest hale gelmesi de bu gerilemenin nedenlerinin son halkasını oluşturmuştur.

Tüm bunlara, değişen yaşam tarzlarını ve koku beğenilerini de eklersek sanırım sorunuza biraz olsun cevap vermiş olurum.  Eski parfümlerimizin bugün de hayatta kalabilmeleri için mutlaka tekrar formüle edilmeleri gerekirdi. Tıpkı Guerlain’in Mitsouko parfümü ve diğer başka ünlü parfümlerde olduğu gibi. Takdir edersiniz ki 1920’lerin koku beğenilerinin 21. yüzyılda devam etmesini bekleyemeyiz.

Kokuların Osmanlı tarihindeki önemini biliyoruz ve sizin de bu konu hakkında güzel bir yazınız mevcut. Peki Osmanlı’da kadınlar ve erkekler ne tarz kokular kullanırdı?

Osmanlı insanı güzel kokuları hiçbir zaman yıkanmamaktan ileri gelen kötü kokuları perdelemek üzere bir gereklilik olarak kullanmamıştır. Zira İslami kurallar gereğince kesin bir beden temizliği uygulanması, söz konusu dönemde su ile temizlenmeyi terk eden Avrupa toplumlarının aksine, gündelik yaşamda parfümlerin beden kokularını gizlemek için kullanılmasını gereksizleştirmekteydi. Bununla birlikte güzel kokular yaşamın her alanında yer alıyordu. Mekanlar, buhurdanlar içinde yakılan tütsülerle kokulandırılırken; aynı tütsü dumanı, konuğun sakalına ve sarığına tutularak, gül suyu ikramına benzer şekilde ikram edilir; kahveler amberle kokulandırılır; kokulu nargileler içilir; miskli, amberli ve kafurlu mumlar imal edilir; kokulu mürekkepler, miskli, çiçek sulu yemek ve şerbet tarifleri yaratılır; akıl hastalıkları güzel kokularla tedavi edilirdi. Geleneksel Osmanlı parfümleri teknik olarak kokulu sular, kokulu yağlar ve galiye gibi macun’lardan oluşuyordu.

Çalıkuşu romanı parfümü konusuna gelirsek; Öncelikle size teşekkür etmek istiyorum. Çünkü ülkemizde böyle bir değerden birçok kişinin haberi yok ve siz bu değeri güzel bir şekilde kaleme aldınız. Parfüme dönersek, neden farklı bir yazarın farklı bir romanı değil de “Çalıkuşu” romanından esinlenerek bir parfüm yaratıldı?

Haklısınız. Çalıkuşu parfümü bana kalırsa hem edebiyat hem de parfümeri tarihimiz açısından önemli bir buluş. Çalıkuşu romanı dönemin ruhuna hitap eden bir romandı ve bu nedenle de haklı bir üne kavuştu. Hem tutkulu bir aşk öyküsünü barındırıyordu hem de Milli Mücadele heyecanına cevap veriyordu. Ulaştığı popülaritenin o dönemde bir parfüm üreticisine ilham vermesi aslında kaçınılmazdı.

“Çalıkuşu” parfümü sizce nasıl kokuyordu?

Bunu kesin olarak bilebilmemiz ne yazık ki imkansız. Ancak akıl yürütebiliriz. Ben 1920’li yıllarda moda olan aldehit bazlı bir “modern” bir koku olabileceğini hayal ediyorum. Ancak tam tersi de mümkün. Örneğin sadece menekşe ya da gül kokan klasik bir parfüm de olabilir.

Niş parfüm sektörü hakkında neler düşünüyorsunuz?

Kesinlikle destekliyorum. Günümüzde birkaç istisna dışında tüm parfümler ünlü  markalar adı altında satışa sunulmakla birlikte birkaç büyük esans firması tarafından tasarlanıyor. Oysa Niş parfüm evleri kendi parfumörlerine sahip. Tıpkı eski günlere dönüş gibi. Parfüm seri üretimi yapılamayacak kadar özel, kişisel bir ürün ve niş parfümeri adından da anlaşılacağı üzere bu konudaki boşluğu dolduracak bence.

Hem şişesi hem de kokusuyla sizi hayran bırakan bir parfüm var mı?

Lanvin’in Arpège’ini her iki açıdan da çok beğenirim. Bunun dışında Christian Dior’un Poison serisinden Pure Poison ve Midnight Poison’u sayabilirim. Givenchy’nin Amarige parfümü de her zaman favorilerim arasındadır. Ayrıca Must de Cartier de sevdiğim kokulardandır.

 

*Aybala Yentürk’ün yazmış olduğu “Çalıkuşu Parfümü” nün hikayesini kapsamlı olarak bu linkten okuyabilirsiniz: http://www.kentyasam.com/calikusu-parfumu-yhbrdty-3338.html

Fotoğraflar: Aybala Yentürk ve Nejat Yentürk Koleksiyonu

Yazı: Koray Sevinç

Çıkış
Çıkış
Üye Girişi
Çıkış
Sepet (0)

Sepetinizde ürün bulunmuyor. Sepetinizde ürün bulunmuyor.