Geçtiğimiz günlerde birkaç farklı etkinlik için Londra’dayken Kew Gardens’ı ziyaret etme şansım oldu. Londra’nın güneybatısında Richmond’da bulunan botanik bahçeler, dünyanın en büyük ve en çeşitli botanik ve mikolojik koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. 1840’ta kurulmuş olan bahçeler UNESCO Dünyası Mirası Listesi’nde bulunuyor; 27,000 canlı bitkiyi ve dünyanın en büyüklerinden biri olan herbaryumda 8.5 milyondan fazla bitki örneğini bünyesinde bulunduruyor. Dünyanın en büyük tohum koruma projesi ve dünyanın en büyük Viktorya tarzı serası da aynı alanda bulunuyor.
Tabii ki parfüme olan tutkumdan dolayı her şeyden önce gül bahçesini ziyaret ettim. Bahçede 170 farklı çeşit İngiliz gülü varmış ve tamamı Birmingham bölgesinden geliyormuş. Farklı güllerin farklı yetiştiricileri mevcut ve yetiştiriciler bahçelerin sponsorları arasında yer alıyor. Neredeyse tüm gül çeşitlerinin koku profillerinin farklı yönleri vardı; biri daha baharatlı, biri daha tatlı iken bir diğeri topraksı. Kokulusu, kokusuzu, orta yoğunlukta kokulusu, yoğun kokulusu.. En tanıdık çiçeklerden gül, beklenmedik olanlardan ormangülü diye geçen rhododendron gibi birçok kokulu çiçeğe burada denk gelmek mümkün.
Sırada Palm House vardı. Buradaki palmiye bahçelerinde dünyanın dört bir yanından bir sürü çeşit palmiye mevcutmuş; devasa palmiyeler, gövdesi küçük ama yaprakları büyük olanlar, teknik olarak palmiye sınıfından sayılmamakla birlikte çeşitli muz ağaçları.. Oldukça nemli bir alan palmiye bahçesi ve içeri girdiğimiz anda yeşil, nanemsi, ferah ama bir o kadar da topraksı bir koku yüzümüze çarptı. Palmiyeler sürekli olarak sulandığı için olacak ki tarif ettiğim koku, nemle birlikte keskin şekilde kendini belli ediyordu. Japonya’da denk geldiğim, ağaçlar ve bambulardan oluşan bir yol vardı, orada da tam böyle bir koku vardı, tanıdık geldi.
Waterlily House’tayız. Çok büyük, yuvarlak bir gölet içinde birçok çeşit waterlily bulunuyor. Waterlily ve lotus farklı bitkiler olmakla beraber aynı gölette birçok çeşit lotus da mevcut. Birbirlerinin köklerine zarar vermeden kendilerine suyun altından yer buluyor oldukları anlatıldı. Daha geçen sene Victoria boliviana ismi verilen yeni bir tür keşfedilmiş ve dünyadaki yeni en büyük nilüfer olarak Amazon nilüferini (Victoria amazonica) tahtından etmiş.
Meşe ağaçlarının olduğu alana geldik. Müthiş güzel, boylu boyunca kocaman meşe ağaçları, kızıl meşeler ve meşelerle birarada yetişen bitkiler bu alanda. Parfümeride yaygın kullanılan, şipre parfümlerin olmazsa olmazı, çok sevdiğim bir içerik olan meşe yosununun gerçeğini koklama şansı bulmuş olmak çok heyecanlıydı.
Lavantalara geldi sıra. Yine onlarca çeşit arasında gözüme çok farklı görünen bir tanesi gözüme ilişti. Ne gövdesi ne de çiçeği lavantaya benzemiyordu, kokusu da bazında lavantayı almakla birlikte daha ziyade kekiği andırıyordu. Ormangüllerinin (rhododendron) de yanından geçtik fakat çiçeklerinin bazıları henüz açmamış bazıları solmuştu, dolayısıyla gezdiğim alanlarda bir tek onları göremedim, mevsimi değilmiş.
Meşhur The Hive enstalasyonuna vardık. Ormanın içerisinde her şeyin yemyeşil olduğu bir yerde metal bir yığın çıkıyor karşınıza, büyük bir kontrast. Sonra yukarıya doğru çıkıyorsunuz, enstalasyonun içine giriyorsunuz. İçeri adım attığım anda, düşük volümde olmasına rağmen çok belirgin, arının “zzz” sesine benzer bir titreşim ve ses çarptı kulağıma. Normalde denk geldiğimiz gibi, tek başına bir arının sesi değildi bu, arı kovanının içinde oluşan ses üzerine çalışmışlar ve bu tınıyı replike etmişler.
İçeride sıra içinde bir sürü ışık yanıp yanıp sönüyordu. Anlatıldığına göre enstalasyonun içindeki ışıklar, arı kovanının içerisindeki arıların yaptığı hareketleri yansıtacak yanıp sönüyormuş, dolayısıyla içindeki ışıkların her biri kovandaki bir aktivasyona karşılık geliyor. Işıktan dolayı muhtemelen geceleri deneyimlemek daha bile güzel oluyordur fakat biz gündüz gezme şansı bulduk. İçerideki his, ses, titreşimler kendi içinde çok harmonik ve çok sakinleştiriciydi, etrafının sarılmış olma hissi çok rahatlatıcı geldi bana, garip bir bağlantı hissi yarattı, duygusallaştırdı. Dışarıdan bakıldığında metal yığını gibi görünen bir yapının içinde her yönüyle bunu deneyimlemek beklenmedikti.
Botanik bahçelerin belli yerlerinde, farklı sanatçıların, müzisyenlerin ve çevre aktivistelerinin doğaya dair yazılı enstalasyonlarının bulunduğu, toplam 5 farklı rotadan oluşan The Wander Project yer alıyor. En az enstalasyonların kendileri kadar, enstalasyonların spesifik olarak tam üzerinde durduğunuz, baktığınız, kokusunu aldığınız o noktalar için tasarlanmış olması çok etkileyici; çok sevdiğiniz bir resmin ona bakılarak yapıldığı manzaraya izlemek gibi bir his.
Favorim Dreamers rotası oldu. Palm House’un yakınlarına yerleştirilmiş olan I’m A Dreamer serisi, doğanın dönüştürücü etkisi ve insania doğanın ilişkisi üzerine alıntılardan oluşuyor. Bitkilerin verdiği nefesin aslında bizim aldığımız nefes olması, renklerin duygularla olan ilişkisi gibi birçok farklı fikri yansıtan enstalasyon müthiş iç açıcıydı.
En etkileyici kısımlarından bir diğeri olan kütüphanesi ise 750.000’den fazla cilt içeriyor ve çizim koleksiyonunda bitkilerin 175.000’den fazla baskısı ve çizimi bulunuyor. Dünyanın en büyük botanik kütüphanelerinden biriymiş burası. Çıkıştaki mağazada da kütüphanedeki eserlerden esinlenen muhteşem güzel kitaplar var.
Kew Gardens o kadar büyük bir botanik bahçe ki mutlaka atladığım şeyler, gezmediğim kısımlar vardır. Rhododendronlar açtığında, ya da başka bir mevsimde, bambaşka bir zamanda yeniden gezmek dileğiyle.
– Gamze Ulucan